Eleni Dafnidi’ye ait “Barbie’nin Katli”adlı kitabın Yunancadan Türkçeye çevirisi Lale Alatlı tarafından yapılmıştır.
Barbie’nin Katli – Eleni Dafnidi
OPM & Ruffel (İstanbul) 2015. 246 sayfa. ISBN 978-6-055054-03-8
İ Eksolothrefsi ths Barbie – Eleni Dafnidi
Psihogios (Atina) 2005. 320 sayfa. ISBN 9602749636
Güzellik başa bela, hele bu başkalarının güzelliği olunca. Daha bebekken sevginin yemek anlamına geldiğini öğrenen Thenia yirmi üç yaşında sahip olduğu yüz yirmi kiloyu azaltmakla korumak arasında bocalamaktadır. Acaba sıkı bir rejim onu Barbie’ye dönüştürüp fena halde abayı yaktığı erkek güzeline kavuşturmaya yetecek midir?
Pop kültürünün güzellik idealleri ile kendi olduğu gibi hali arasında mutsuz ama umutlu bir genç kızın hayatından eğlendirici ve düşündürücü bir kesit. Arka planda: üniversite çevresi, gece hayatı, eşcinsellerin eylemleri, reality show’ları ve gündelik dertleriyle tam günümüz değilse de, mali kriz öncesinin henüz keyifli Atinası.
Eleni Dafnidi, Kıbrıslı bir yazar. Yunanistan’da hukuk okuduğu yıllarda şiir yazmaya başladı. Kıbrıs’ta yaşıyor ve bu ilk romanının Almanca’dan sonra komşu ülke Türkiye’de yayınlanmasına özellikle seviniyor
“Üzerimde bir ağırlıkla uyandım. Biraz dünkü köfteler, biraz sınav dönemi stresi, biraz da sudan olsa gerek – ne de olsa şişkinlik yapıyor – tersimden kalktım. Sahanda iki yumurta ve üç kızarmış sosisle her şey geride kaldı ve hukuk fakültesine doğru yola çıktım. İflas hukuku sınavı. Ne kötü bir şey bu! Dört yüz sayfadan fazla bir kitapta, bin defadan fazla aynı kelime: iflas, iflas, iflas … İç karartıcı bir ders. Özellikle de iflasa uğrayan birinin, aklına gelecek en son şeyin yemek olduğu düşünülürse. Ona “sanık”tan, “ifade vermeye çağrılan”dan çok daha fazla üzüldüm. Hatta “müebbet hapis mahkûmu”ndan bile daha çok. Bu kadar fakirlikte yemek için iştahı nereden bulsun? Yemek için para nerede?
Amfi tıklım tıklımdı; bu kantinin boş olduğu anlamına gelir! Cennet. En sevdiğim yer. Tamamen tok olsam da böyle bir fırsatı kaçırmak için bir sebep yoktu ortada. Zaten sınava kadar tamı tamına yirmi dakikam ve her zamanki gibi midemde bir çikolatalı ay çöreğiyle bir kahveye yetecek kadar yer vardı.
“Ay çöreği kalmadı. Peynirli poğaça?”
“Tamam. Bir poğaça.”
“Bir de her zamanki kahveden mi?”
“Yok, bugün çok enerjiye ihtiyacım var. İki kaşık fazladan şeker at içine.”
“Thenia’mız nasıl isterse! Bir tanemizdir o bizim!”
“Ağırlıkta da bir tane!”
Kendi kendimle dalga geçmem, kantinciyle aramda alışılmış bir durumdu. Adamın önünde, bilindik sebeplerden dolayı, yemek konusunda kanaatkârmış gibi davranamıyordum. Fakat kantinin derinliklerinde, kimden geldiği belli olmayan ve beni hayretlere düşüren gülüşmeler o kadar da alışılmış bir durum değildi. Bana gülmeye cüret eden yabancıyı bulmak için kararlı bir şekilde, biraz kızarmış, çok ağır hareketlerle ve her zamanki ağır adımlarımla o tarafa döndüm …
Ve Tanrı, “Işık olsun!” dedi, ışık, güneş ve ay oldu. Arkasından da arılar, pembe kelebekler ve kuşlar şakımaya başladı. İşte O’ydu! Evet, ta kendisi! Onu ilk görüşümdü. Ve baş dönmemin sebebi ilk defa açlık değildi.
“Özür dilerim,” dedi; fakat kulaklarımdaki kuş cıvıltıları daha da azdığı için onu duyamadım.
O anda doğanın sekizinci harikasıyla karşılaştığımın farkına varamayan Apostolis, peynirli poğaçayı tezgâhın üzerine koyup her zamanki monoloğuna başladı: “Hepsi şirketten. Dünyanın en iyi poğaçası, dünyanın en iyi kızına. Kantindeki ürünlerin yarısını tüketen kıza, kendine balina demeye utanmayan kıza!”
Hayatımda ilk defa, haklı olarak, bir insanı patlayana, karnından tonlarca karides cipsi, sosis, francala ekmeği ve mide özsuyu etrafa saçılana kadar yemeye ve içmeye zorladıktan sonra öldürmek istiyordum … Hayatımda ilk defa Barbie’nin yerinde bir Barbie olmak istiyordum. Hayatımda ilk defa makarna yemek istediğim için değil de; aşağılarda bir yerde, bacaklarımın arasında, fermuarın arkasında gelgitlerle hareket eden dereler, nehirler ve denizlerle sıcak sahillerin yanı sıra, öğrencinin sınıfa girmek için çalmasını beklediği bir zilin olduğunu keşfettiğim için poğaça yemek istemiyordum … Orada bulunan sadece berbat, pembe, yıpranmış bir külotla örtülü lanet olası portakal kabuğu görünümü değildi. Başka şeyler de vardı … Daha birçok şey …
“Peki, sonra ne yaptın?”
“Ne yapsaydım ya? Sen olsan ne yapardın? Oradan kaçtım. Yürüdüm, koştum, yerlerde süründüm, nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, alışkanlık işte, peynirli poğaçayı da yanıma aldığım.”
Rea gözlerini yere indirdi, bakışlarını birkaç saniyeliğine zemine çiviledi ve arkasından da güldü. Yüksek sesle güldü. Daha da yüksek sesle güldü. O kadar çok güldü ki, nefesinin kesildiğini duyuyordum. Bir karnını, bir ağzını tutuyor; arada bir de ellerini çırpıyordu. Sürekli gülüyordu. Sonunda durdu. Tekrar aklına gelince yeniden güldü. Bu sefer daha da yüksek, daha da cırlak bir sesle. Tekrar durdu. O sırada, yeni bir gülme ve bağırma krizinin gelmesini beklerken, onu ne kadar sevdiğimi anladım. Acaba alınır mıyım diye çekinmeden, yanlışlıkla ayağına basıp küçük, ince parmaklarını ezeceğimden korkmadan, benimle dalga geçmekten geri kalmayan bu arkadaşımı ne kadar çok seviyorum …
Bir sigara yaktım, ondan bir kahve daha yapmasını istedim. Gözlerinden, her an hıçkıra hıçkıra ağlayarak altı katlı bir apartman gibi yıkılabileceğimi anladığını okudum. Beni eski ruh halime geri getirmesi gerekiyordu. “Yakın dost” olmanın yüklediği mecburiyetten.
“Hadi ama! Bırak bunları! Sana kesinlikle kendini daha iyi hissettirecek bir şeyim var.”
Ve bir krem karamel getirdi. Ben de kendimi daha iyi hissettim. Cezvede fokurdayıp taşan ve akmak isteyen, kaynamış sıvıdan bir tek ben anlardım; ne kadar deneyimli olsa da, bir dostun gözleri böyle bir şeyi yakalayamazdı …”