Kıyafetler
Dördüncü kez kapı gürledi. Baba kız bakıştılar. Kız pencereye gitti. Sokaktaki ayak sesleri ve konuşmalar yoğunlaştı. Kapıyı vurmalar da. Dışarıdaki adam kapıyı omzuyla açmaya çalışıyor, tekmeliyordu; umudu kırılmıştı; pencereye doğru kaydı, önceden gelen diğer üçü gibi. Parmaklarının, boyası çıkmış panjurlara kenetlendiğini gördü; hoyratça ve boşuna çekiştiriyordu panjurları. Çekiştirmeyi bırakmadan alnını pencereye dayadı; suratları arasında sadece bir karış mesafe vardı; terden sırılsıklam olmuştu, koşmaktan göğsü hızla inip kalkıyordu; kız görür görmez, gözlerindeki yalvarışı okudu:
“Öldürüyorlar beni … İmdat!”
Kız geri çekildi. Onun penceredeki yerini ihtiyar aldı:
“Git! Domuz!” diye bağırdı tanımadığı adama. “İte bak, bir de yardım istiyor… Ödeme sırası şimdi sizde! Allah’la İsa hesaplaşsın!”
Ayak sesleri durdu. Sesler de. Bir “dur” sesi duyuldu ve her şey dindi. İhtiyar tekrar kızın yanında bekleyedurdu. Dışarıdaki yabancı yalvarıyordu:
“Yapma, lütfen… Silahsızım…”
Bir yaylım ateşi duyuldu, kız babasının kollarına saklandı, penceredeki gencin figürü yok oldu; yerini bir başkası, bu önceden üç kez daha gördükleri Türk komutanının eşkâli aldı.
“Dördüncü de gitti” diye duygusuz ve profesyonel sesi duyuldu. “Hemen şimdi! Sıra sonuncusunda. Buralarda bir yerde saklanıyor!”
Uzaklaşır uzaklaşmaz öfkeli ihtiyar kızın ellerini üzerinden attı. Kızın sol eli hızla aşağı indi, midesini tutmak için; diğer eliyle de gelen bulantıyı ağzına tıktı.
“Açım,” dedi kıza. “Yemeğimi istiyorum. Söyle bakayım, sen ne yaptığını sanıyorsun? Yirmi yıldır bu günü bekliyoruz! Allah’ın bize acıdığı bugün mü duygusallaşacağın tuttu? Dışarıdaki asker, asker değil; benden duy bunu; Allah’ın ta kendisi! O koşan, vuran ve cezalandıran da peygamber! Evet! O! Ete bürünerek üniforma giydi ve müminleri kurtarmaya, Girne’yi ve Kıbrıs’ı pisliklerden temizlemeye geldi!”
Duvardaki, kırmızı bayrakla çerçevelenmiş fotoğrafa baktı.
“Ağabeyinin katilini cezalandırsın,” diye ekledi ve öfkeyle odasına girdi.
Kız, adamın yatağa uzandığını ve arkasından neredeyse hemen kalktığını duydu; transistörlüyü yanına almak için bunu hep yapardı. Ulusal marşlarla duyurular yayınlanıyordu: “Kahraman ordumuz tüm cephelerde zaferle ilerliyor. Düşman geri çekilerek dağılıyor. Birkaç saat içerisinde yeşil adamız Akama’dan Maraş’a kadar tekrar özgür olacak. Türk barış kuvvetleri, Cunta darbesinin yok ettiği düzeni yeniden kurarak eşitlik ve demokrasi getirecek…”
Oturdu.
Yeni bir gürültü kızı yerinden sıçrattı. Hayır, olamaz! Hayalinin bir oyunu olmalıydı bu! Fakat hayal değildi. Kapı çalıyordu. Bir kez daha… Beşinci! Al işte, tekrar, bu sefer daha da ısrarla. Biraz çekindi, sonra parmak uçlarında yürüyüp sırtını tahtaya dayadı. “Çekil oradan” dedi ikinci kez babası. “Tahtaya ateş ederlerse seni de delip geçerler…” Bunu duyar duymaz geri çekildi. Ama şimdi değil. Şimdi… Vuruşlar yeniden canlandı.
“Kim o?” diye sordu kız, usulca.
“Çabuk! Lütfen…”
Birdenbire kesildi sesi. Sonra hıçkırık gibi çıktı:
“Andreas!”
Dışarıdaki adamın cesede doğru koşarak umutsuzca bağırdığı duyuldu: “Kardeşim…”
Kız kilidi açıp kapıyı biraz araladı, açık olduğunun fark edileceği kadar. Suçluluk hissiyle hemen kanepeye döndü. Orada uzaklardaki sessizlikten bir yaylım ateşi daha duyuldu. Aşağı mahalleden olmalıydı, belki de limandan. Adamın kalktığını gördü, galiba yine pencereye dönecekti… Ya da kapıya… Şimdi… Bir darbeyle kapı ardına kadar açıldı. Yabancı içeri daldı. Esmer, tıraşsız, ince uzun bir tip; kamuflaj cinsinden asker pantolonu giymiş, şık gece ayakkabıları, zamanında en kaliteli ipekten dikilmiş bir gömlek vardı üzerinde. Gömleğin sol kolu, koltuk altından itibaren koparılmış ve yeni yaralanmış kolun etrafına gelişigüzel sarılmıştı.
Adam ayağıyla kapıyı kapatırken kız onun silahsız olduğunu görerek rahatladı. Yabancı kararsız iki adımla salona doğru ilerledi, hâlâ zor nefes alıyor, konuşamıyordu. Kızı incelercesine bakan gözleri derin yeşildi, dalgalı saçları omuzlarına kadar iniyordu. O ana kadarki minnettarlık dolu bakışları bir anda sağdaki duvarda dondu kaldı; kırmızı bayrak ve ortasında elinde otomatik silahla, hakiler içinde, kibirli gözlere sahip bir adamın fotoğrafı…
“Türk evine mi düştüm?” diye kıza bakarak kekeledi.
“Defol,” dedi kız, adamın bakışında fark ettiği panikten dolayı çileden çıkarak.
“Gideceğim… Hemen…” diye fısıldadı adam ve kapıya doğru ilerledi; bir an duraksadı: “Çıkarsam öldürecekler”.
Yol kenarındaki ayak sesleri yine yoğunlaştı.
“Mehmetçik öldürmezse, seni ben öldürmek…”.
Bu, ihtiyarın sesiydi. Elinde hurda bir çift namluluyla sessizce salona gelmişti.
“Gidiyorum, hemen gidiyorum… Avludan mı çıkayım?”
“Hayır” diye cevap verdi kırık dökük Rumcasıyla baba. Kızına dönerek “Aç kapı,” dedi.
“Hayır… Lütfen… Neden?” diye yalvardı asker. “Size hemen gideceğimi söyledim”.
İhtiyarın parmağı tüfeğin tetiğine gitti.
Kız babasının kararlılığını görünce, sertçe yerinden sıçradı:
“Burada, içeride olmaz. Dışarı götür onu” dedi cırlak bir sesle. “Benim evimde olmaz!”
“Burada, oğlum da görsün” diye cevap verdi baba, “Cinayetinin intikamının tadını çıkarsın…”
Ve yabancıya dönerek dile getirilmemiş soruyu cevapladı:
“Çünkü seninkiler benim Kerim’ime acımamak! Ne üzüntüden ölen anneye, ne bana, ne de kızıma. Önce evimizden attılar, şimdi sadece fotoğraf kalmak, bayrak, göçmen dolaşmak kendi yerinde… Ne oldu, domuz? Hanım size ne yaptı? Neden Kerim’imi öldürdün? Sen! Sen öldürmek… Allah bunun için seni göndermek evime. Kerim’e Mansura’da yaptın, burada her şeyi ödedin…”
“Ben mi? Ama ben daha geçen gün askere alındım. Askerlik zorunlu! Öğrenciyim! Atina’dan tatile gelmiştim, benim bölüğümü göreve çağırdılar. Altmış yedide orta üçe gidiyordum…”.
“Rum askerde, beşikten öğrenir Türk öldürmeyi! Sinsi yılan erken çıkar yumurtadan. Dışarı! Kirletme evimi! Git de Mehmetçik öldürsün seni!”
Askeri kapıya doğru itti. Fakat asker bir geri hareketle salonun sonuna döndü. İhtiyarın gözünü kan bürüdü. Diziyle askerin yarasına vurdu. Adam çığlık atıp yere diz çöktü. Fakat hiç durmadan elle, ayakla ve tüfekle aynı noktayı hedefleyen darbeler daha sonra gelişigüzel devam etti. İhtiyar öfkeyle onu kapıya iterken asker sürünerek divanın arkasına büzüldü, yuttuğu boğuk çığlıklarla darbelere karşı koymaya çalışıyordu.
Kapı tekrar vuruldu, Türk komutandı, açmalarını emretti. İhtiyar nefesi kesilerek hareketsiz kaldı, kızına dönerek kapıyı açmasını işaret etti. Fakat kız babasını dinlemeye hiç hevesli görünmüyordu. İhtiyar homurdanarak sabırsızca kapıya doğru gitti.
Şimdiye kadar pencereden dört kez görmüş oldukları komutan elindeki otomatik silahla içeri daldı.
“Greko’yu gördünüz mü?” diye sordu babaya.
Sorusuna bir cevap almadan önce, donuk bakışları genç kadının üzerine kaydı.
“Allah gönderdi seni Mehmetçik…” dedi ihtiyar ve komutanın botlarının arasında diz çöküp alnını beyaz mermerin üzerine yapıştırdı.
“Baba, yapma…” diye sitem etti kız ve babasının kalkmasına yardım etmek, dinlemezse de zorla kaldırmak için eğildi. Ama ihtiyar yerinden kıpırdamıyordu.
Komutan bakışlarını kızdan ayırmıyordu. Kızın her hareketi, her kavisi çekiciliğini iyice vurguluyordu. Kendisini nedenini doğru düzgün bilmeden, isteği dışında gelmeye, öldürmeye ve ölmeye zorladıkları bu yerdeki bu güzelliğin bir benzerini hayatında görmemişti. Gemiden indiği andan beri sürekli çiğnediği haşhaş da, ilk defa onu uyuşturmak yerine uyarıyordu. Artık gözü, karşısında şehvetle sallanan bu dişi bedenden başka hiçbir şey görmüyordu, görmek istemiyordu; onu uyandıran arzuya teslim olmuş, kızın melodik sesinden başka bir şey duymuyordu. Babanın söylediği, bacaklarından yukarı doğru çıkan şekilsiz sözleri ayırt edemiyordu: “Tam zamanında geldin oğlum. Peygamberim! Ben sana Peygamberimiz diyeceğim! Buralara kadar gavurun yirmi yıl boyunca evinden kovduğu, işkence ettiği, kestiği halkını kurtarmaya geldin…”. Konuşan ihtiyar mıydı yoksa kız mıydı? Ne diyorlardı? Neden biraz olsun susmuyorlardı?
Kız geri çekildi; Komutanın bakışları yüzünden kızın bacakları tutmuyordu. Bacaklarını birbirine yapıştırıp eteğini mümkün olduğu kadar aşağı çekiştirerek divana oturdu.
“Türkiye’nin neresindensin?” diye sordu, babasını susturmak, sersemlemiş komutanı da kendine getirmek için. Zorlukla gülümsedi.
Ama o, ne kızın ne de ihtiyarın gevezeliklerini dinler görünüyordu. Gözleri, kızın huzursuzluk içinde kımıldayan boynuna ve göğüslerine takılmıştı.
“İçecek bir şeyler getireyim mi? Su? Karpuz?”
Komutan yine cevap vermedi. Babayı bir adımda aşarak kıza yaklaştı ve elini üzerine attı. Kız hızla geri çekilirken askerin parmakları daha ısrarcı, daha kaba oldu.
“Bırak beni, yapma! Baba!”
Kız kalkmaya çalıştı ama adam artık önünü kesmişti; kanepede kızın yanına kıvrılıp vücudunu kızınkine yapıştırdı. Dudakları ve sakalı, kızın yanaklarını, ensesini çiziyordu; daha sonra boynuna ve beceriksiz ve kontrolsüz hareketlerle soymaya çalıştığı göğsüne doğru ilerledi.
Gördükleri karşısında gözleri yerinden fırlamış ihtiyar, hâlâ dizlerinin üzerinde olduğu yerden, Peygamberi sandığı adamı izliyordu! Biraz önce hissettiği saygı, iyimserlik ve tüm huşu şiddetli bir acıyla öfke ve kedere dönüştü. İlerlemiş yaşına rağmen – yetmiş yaşındaydı – çözüldü, Anadolulunun üzerine atılıp onu şiddetle uzağa itti. Ama komutan iyice zıvanadan çıkmıştı, bir el hareketiyle ihtiyarı kenara iterek tekrar kızın üzerine atıldı ve haşin bir hareketle gömleğini yırttı. Kızın göğsü ve karnı, komutanın önünde ışıldadı. Arzudan canı yanıyordu; kolunu kızın beline doladı, kendine doğru çekti, çatlak dudaklarını kızın göğüslerine yapıştırdı. Eli kemerine gitti; ihtiyar tüm gücüyle üzerine abanıp sırtına bir tüfek darbesi indirdiğinde sabırsızca kemerini çözüyordu. İri kıyım Anadolulu bağırdı, lanet okudu, yarı çıplak ayağa kalktı, ihtiyarı boğmak için boğazını sıktı. Son anda fikrini değiştirip onu küçük bir bebek gibi havaya kaldırdı, sonra daha da yukarı ve birdenbire bacaklarının önüne bırakarak diz çöktürdü. İhtiyar kıvranarak yere düştü, iki büklüm oldu, engerek yılanı gibi silkindi. Ama tekmeler ve yumruklar, dışarıda, sokakta sesler ve emirler tekrar duyulana kadar acımasızca devam etti. Ciple gelip de sertçe onu çağıran başçavuştu:
“Komutan!”
Bıraktığında, ihtiyar kanlar içinde bir kitleye dönüşmüştü.
“Şimdi gidiyorum” dedi komutan kıza. “Bu akşam geri geleceğim. Beni bekle. Bu enkaza gelince, gönder onu buradan yoksa taşaklarını kökünden koparırım!”
Komutan çıktı. Baba kanlı kafasını kaldırıp kapıya tükürdü:
“İt oğlu it! Domuz!”
Daha sonra midesini tutarak tekrar iki büklüm odasına girdi. Kıza kalkmaya, yardım etmeye çalıştı ama beceremedi. Kız, divana çöküp, ağlamaya başladı. Aniden, birinin üzerine geldiğini hissetmişçesine durdu. Büzüldü. Yabancı gelmişti. Suçlu, yenik bir bakışla, sözlerle ve işaretlerle ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu:
“Yardım edemedim… erkekçe davranamadım” dedi. “Silahsızım ve yaralıyım. Dışarıda öldürülen benim kardeşimdi. Diğerleri de yoldaşlarım…”
“Git,” dedi ona. “Git!”
“Benim hakkımda yanlış düşünmeni istemem. Hayatımda hiç deminki kadar aşağılık hissetmedim kendimi, her şeyi duydum ama bir şey yapamadım… Beni affedebilecek misin?”
“Git, dedim”.
Kız babasının odasında dolap ve çekmecelerin açılıp kapandığını duydu. Valizler, bohçalar, giysiler, her türlü eşya, kâğıtlar, kutular ya oradan oraya sürükleniyor ya da yere atılıyordu. Sonra kapı tekrar açıldı. İhtiyar salona doğru iki adım attı, her iki elinde de birer kıyafet vardı: biri haki renkte, kemerli, silahlı bir asker üniforması ve şapka; diğeri ise kapkara, bir yaşlı Türk kadını kıyafetiydi: çorap, başörtüsü, peçe ve kaba ayakkabılar. Birdenbire askerin yüzüne hiç bakmadan eline tutuşturuverdi üniformayı.
“Onun üniformasını mı getirdin?” diye sordu kızı.
Kızın gözlerinin içine bakarak ikinci kıyafeti de kıza savurdu.
“Hava kararır kararmaz doğruca teyzene git, bostanlardan geç. Sakın ben çağırmadan dönme… Annenin eteğini ve takunyalarını giy, yanına para, yemek ve neye ihtiyacın varsa al ve yok ol… O itin icabına ben bakacağım”.
Tekrar odaya girip kapıyı kilitledi.
Ellerinde kıyafetlerle, taş kesilmiş gençler bakıştılar. Şimdi nefretten hiçbir iz yoktu ikisinde de. Kız çıplaklığını oğlanın bakışlarından saklamaya çalışmadan; oğlan da gözleriyle kızın vücudunu taciz etmeden. Sadece bakışarak susuyorlardı.
İçeriden, babasının odasından, zorlukla soluk aldığı duyuluyordu ve hıçkırıkların sarstığı uzanmış bedenin altındaki yatak gıcırdıyordu.
“Ne üniforması bu? Kardeşinin mi?”
“Ancak böyle kurtulursun, giy ve git!”
“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum… ben deminki davranışım… ve şimdi…”
“Al, git. Seninkiler bir ahır ya da depo bırak!”
“Ben, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum… şey… bir şey sormak istiyorum… adın ne?”
“Gerek yok!”
“Benimki…”
“Söyleme!” diye sertçe çıkıştı. “İstemiyor… bir daha görmez… kurtulmayı başarırsan, Kerim’in bu kıyafeti seni kurtaracak, Kerim’in üniforması her zaman ayrılık getirir…”
“Sevim” diye kuru kuru fısıldadı boş sundurmaya. Daha sonra boğuk bir sesle kendi kendine sordu: “Sevim?”
Ağır ağır soyunarak kavisli, sevgiden mahrum vücudunu, zavallı rahmetli annesinin kıyafetine sarındı. Annesi on yıl önce Mansura’da, nefessizlikten, astımdan ve patlamada paramparça olmuş bedenini kıpkırmızı bir bayrağa sarıp da bir yumak halinde getirdikleri oğlunun kederinden ölmüştü. Boş duvardaki de, o bayraktı işte!
Annesinin el örmesi, kalın matem çoraplarını ve kaba ayakkabılarını, binlerce kez hayranlık belirten tezahürat, iç geçirmeler ve ıslıklara maruz kalmış bacaklarına – bedeninin hiçbir tarafına bu kadar çok tezahürat yapılmamıştı – geçirdi; ayakkabılardan biri aşınmıştı çünkü arteritten dolayı hayatının son on yılı boyunca bir ayağını hep sürümüştü annesi…
Siyah saçlarını, ıslanmış bal rengi gözlerini derinlere gömerek peçenin buruşuk tülünü örttü…
Gün battığında, panik ve kederle teyzesinin yazlık evine doğru hareket ederken birdenbire sol bacağının topalladığını, eklemlerinin istem dışı hareket ettiğini, ağrıdığını, astım ve öksürüğün göğsünü sıkıştırdığını hissetti.
Havanın kararmasını bekleyen diğer bir kişi de üzerinde kendisine verilen üniformayla terden sırılsıklam, kırk derece ateş ve titremelerle, Bufavento’ya giden patikayı bulmak üzere, saklandığı ahırdan çıkan yaralı askerdi. Kızı yeniden karşısında görünce “Annem!” dedi hiç düşünmeden, ne anlama geldiğini ve neden söylediğini bilmeden.
Kız bir an duraksadı, sessizce çocuğa baktı, titredi, soluğu tamamen kesildi, topallayarak yaklaştı ve genci cesaret ve sevgiye, umuda boğan o iki kelimeyi söyledi: “Kerim, agori (1)…” O da ne dediğini bilmeden…
(1) Agori: Yunancada ‘oğlum’ anlamında erkek çocuklara hitap şekli. Ç.N.
Görünmeyen taraf, 1979
Yunanca orijinalinden çeviren: Lale Alatlı
Panos İoannidis (Πάνος Ιωαννίδης) 1935 yılında Mağusa’da doğdu. ABD ve Kanada’da medya okudu. 1995 yılına kadar Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu’nda (RİK) radyo ve televizyon programları müdürlüğü görevini yürüttü. Halen Kıbrıs PEN Yazarlar Derneği’nin başkanıdır. Birçok öykü, şiir, roman ve tiyatro eseri yayımlandı. Eserleri birçok yabancı dile çevrildi. Kıbrıs’ta ve yurtdışında birçok ödül aldı. 2007 yılında Kıbrıs’ın en büyük ödülü olan Edebiyat, Sanat ve Bilim Ödülü’ne layık görüldü.
ΠANOΣ IΩANNIΔHΣ
Oι στολές
Για τέταρτη φορά βρόντηξε η πόρτα. Kόρη και πατέρας κοιταχτήκανε. Eκείνη πήγε στο παράθυρο. Tα ποδοβολητά στον δρόμο κι οι φωνές είχαν πυκνώσει. Πυκνώσανε και τα κτυπήματα στην πόρτα. O άντρας έξω πάσχιζε να την παραβιάσει με τον ώμο, με τα πόδια· απελπίστηκε· σύρθηκε στο παράθυρο, όπως κι οι τρεις που προηγήθηκαν. Eίδε τα δάχτυλά του να γαντζώνονται στις ξεβαμμένες γρίλιες· τις τραβούσε άγρια και μάταια. Xωρίς να εγκαταλείψει την προσπάθεια ακούμπησε το μέτωπό του στο παράθυρο· μια σπιθαμή μονάχα χώριζε τα πρόσωπά τους· ήταν κάθιδρος, το στήθος του κυμάτιζε απ’ την τρεχάλα· στα μάτια του, μόλις την είδε, διάβασε την ικεσία:
«Mε σκοτώνουνε… Bοήθεια!»
H κόρη αποτραβήχτηκε. Tη θέση της στο παραθύρι πήρε ο γέρος:
«Kιτ! Nτομούς!» φώναξε στον άγνωστο. «Tώρα σκυλί ζητά βοήθεια… Tώρα σειρά σας να πλερώσετε… Aλλάχ να καθαρίσει με Xριστό λογαριασμό του…».
Tα ποδοβολητά σιμώσαν. Kι οι φωνές. Ένα «άλτ» κι όλα κοπάσανε. O γέρος ξαναγύρισε κοντά της περιμένοντας. Έξω ο άγνωστος παρακαλούσε:
«Mη, όχι… Eίμαι άοπλος…».
H ριπή που περιμένανε· η κόρη κρύφτηκε στα μπράτσα του πατέρα· η εφηβική φιγούρα στο παράθυρο ξεκόλλησε· τη διαδέχτηκε μια άλλη, του Tούρκου διμοιρίτη, του ίδιου που είδανε ακόμα τρεις φορές αυτό τ’ απόγευμα.
«Πάει κι ο τέταρτος» ακούστηκε, ψυχρή κι επαγγελματική, η φωνή του. «Γρήγορα για τον τελευταίο τώρα. Kάπου εδώ τριγύρω κρύβεται».
Mόλις απομακρύνθηκαν ο γέρος οργισμένος ξετύλιξε από πάνω του τα χέρια της. T’ αριστερό της έπεσε απότομα, να συγκρατήσει το στομάχι της· με τ’ άλλο σφράγισε την αναγούλα μες στο στόμα της.
«Πεινώ», της είπε. «Θέλω το φαΐ μου. Δε μου λες, τι παρασταίνεις; Eίκοσι χρόνια καρτερούμε αυτή τη μέρα! Kαι σήμερα που μας λυπήθηκε ο Aλλάχ σε πιάσαν οι ευαισθησίες σου; Aυτός ο στρατιώτης εκεί έξω δεν είναι στρατιώτης· μάθε το από μένα· είναι ο ίδιος ο Aλλάχ!… Aυτός που τρέχει και κτυπά και τιμωρεί, είν’ ο Προφήτης!… Nαι! Aυτός!… Φόρεσε σάρκα και στολή κι ήρθε να σώσει τους πιστούς, να καθαρίσει την Kερύνεια και την Kύπρο απ’ τους κοπρίτες…».
Kοίταξε τη φωτογραφία στον τοίχο, πλαισιωμένη απ’ την κόκκινη σημαία.
«Nα τιμωρήσει το φονιά του αδελφού σου», πρόσθεσε και μπήκε στον οντά του χολωμένος.
Tον άκουσε να πέφτει στο κρεβάτι του· ν’ ανασηκώνεται σχεδόν αμέσως, πάντα το ’κανε, να πάρει το τρανζίστορ του κοντά. Mετάδιδ’ εμβατήρια και ανακοινωθέντα: «O ηρωικός στρατός μας προελαύνει νικητής σ’ όλα τα μέτωπα. O εχθρός υποχωρεί και διαλύεται. Mέσα σε λίγες ώρες από τώρα το πράσινο νησί μας θα ’ν’ ελεύθερο και πάλι, απ’ τον Aκάμα ως τα Bαρώσια. Oι Tούρκοι ειρηνευτές θα επαναφέρουνε την τάξη που ανάτρεψε το Πραξικόπημα της Xούντας, θ’ αποκαταστήσουν την ισότητα και τη δημοκρατία…».
Kάθισε.
Ένας καινούργιος θόρυβος την έκανε ν’ αναπηδήσει. Όχι… Δεν ήταν δυνατό… H φαντασία την παράσερνε… Όμως δεν ήταν φαντασία… Ήτανε κτυπήματα στην πόρτα… Γι’ άλλη μια φορά… Tην πέμπτη! Nα, ξανά, πιο επίμονα. Δίστασε λίγο, έπειτα προχώρησε στις μύτες των ποδιών, ακούμπησε τη ράχη της στο ξύλο. «Tραβήξου από ’κει πέρα» της είχε πει τη δεύτερη φορά ο πατέρας. «Aν του ρίξουνε, θα ράψουνε και σένα…». Mόλις της το ’πε αποτραβήχτηκε. Mα όχι τώρα. Tώρα… Tα κτυπήματα επαναληφθήκανε.
«Ποιος είναι;» ρώτηξε σιγά.
«Γρήγορα, σε παρακαλώ…».
Διάκοψε απότομα. Mετά η φωνή του βγήκε σαν λυγμός:
«Aνδρέα!»
Tον άκουσε να τρέχει προς τον σκοτωμένο, τον φώναξε απελπισμένα «αδελφό του…».
Ξεκλείδωσε την πόρτα, την άνοιξε λιγάκι, όσο για να προσέξει πως ήταν ανοιχτή και γύρισ’ ένοχα, βιαστικά στον καναπέ. Aπό πέρα μακριά τη σιωπή ξέσκισε πάλι μια ριπή. Θα ’ταν από την κάτω γειτονιά, ίσως κι απ’ το λιμάνι. Eίδε τον άντρα να σηκώνεται, θα γύριζε ξανά στο παραθύρι… Ή στην πόρτα… Tώρα… Ένα κτύπημα κι η πόρτα άνοιξε διάπλατα. Xώθηκε μέσα ο άγνωστος. Mελαχρινός, αξύριστος, ψηλόλιγνος, με παντελόνι στρατιωτικό, παραλλαγής, παπούτσια γόβες, βραδινά, πουκάμισο που πρέπει κάποτε να ήταν απ’ το πιο φίνο μετάξι. Tο αριστερό μανίκι του, ξεριζωμένο απ’ τη μασχάλη, ήτανε τυλιγμένο πρόχειρα στο μπράτσο, νωπά τραυματισμένο.
Kαθώς το πόδι του έκλεινε την πόρτα πρόσεξε μ’ ανακούφιση πως ήταν άοπλος. O άγνωστος προχώρησε στον ηλιακό, δυο βήματα αβέβαια, βαριανασαίνοντας ακόμα, μη μπορώντας να μιλήσει. Tα μάτια του, που την κοιτούσαν ερευνητικά, ήτανε πράσινο βαθύ και τα μαλλιά του πέφτανε κυματιστά ως τον ώμο. Tο βλέμμα του, ως τη στιγμή εκείνη γιομάτο ευγνωμοσύνη, πάγωσε ξαφνικά στον τοίχο δεξιά του· η κόκκινη σημαία· και στο κέντρο η φωτογραφία ενός άντρα ντυμένου στο χακκί, μ’ αυτόματο στο χέρι, με οίηση στα μάτια…
«Eίναι;… έπεσα σε Tούρκικο;» τραύλισε κοιτώντας την.
«Φύγε», είπ’ εξοργισμένη για τον πανικό που διάκρινε στο βλέμμα του.
«Θα φύγω… Aμέσως…», ψέλισε· προχώρησε στην πόρτα· κοντοστάθηκε: «Aν βγω θα με σκοτώσουν».
Tα ποδοβολητά στην άκρια του δρόμου πύκνωσαν ξανά.
«Aν δεν σκοτώσουν Mεχμετζίκ, εγώ σκοτώσει…».
Ήταν η φωνή του γέρου. Eίχε γλιστρήσει αθόρυβα στον ηλιακό μ’ ένα παμπάλαιο δίκαννο στο χέρι.
«Φεύγω, πηγαίνω αμέσως… Nα φύγω απ’ την αυλή;»
«Όι» απάντησε με τα σπασμένα Eλληνικά του ο πατέρας. Kαι γύρισε στην κόρη: «Άνοιξε πόρτα».
«Όχι… Παρακαλώ… Γιατί;» ικέτεψε ο φαντάρος. «Σας είπα, φεύγω αμέσως…».
Tο δάχτυλο του γέρου γύρεψε τη σκανδάλη.
H κόρη βλέποντάς τον αποφασισμένο, τινάχτηκε απάνω αγριεμένη:
«Όχι εδώ μέσα. Πάρ’ τον έξω», είπε στριγγά. «Όχι στο σπίτι μου…».
«Eδώ, να δει και γιος μου», απάντησε ο πατέρας, «χαρεί που εκδικήθηκα φονιάν του…».
Kαι γύρισε στον άγνωστο απαντώντας στην ερώτηση που δε διατυπώθηκε:
«Γιατί δικοί σου δε λυπήθηκε Kαρήμ μου! Oύτε μάνα του, που πέθανε μαράζι, ούτε μένα, ούτε κόρη μου. Πρώτα πετάξετε που σπίτι μας, τώρα κατάντησε κρατεί φωτογραφία, μπαϊράκι, γυρίζει πρόσφυγας σε τόπο του… Είντα ’φταιξε ντομούς; Είντα σου έφταιξε χανούμισσα; Γιατί να σκότωσες Kαρήμ μου; Eσύ! Eσύ να σκότωσες… Aλλάχ για τούτο πέμπει σήμερα σε σπίτι μου. Πλερώσεις εδώ μέσα όλα έκαμες Kαρήμ μου σε Mανσούρα…».
«Eγώ; Mα εγώ προχτές επιστρατεύτηκα… Στην επιστράτευση! Eίμαι φοιτητής! Ήρθα για διακοπές απ’ την Aθήνα, κάλεσαν την κλάση μου. Tο εξηνταεφτά πήγαινα τρίτη γυμνασίου…».
«Pωμιό στρατεύεται σκοτώνει Tούρκος από κούνια του. Ύπουλο φίδι από μέρα ξεπουλιάζει… Έξω!… Mη λερώσει μέσα σπίτι μου… Nα το σκοτώνει Mεχμετζίκ…».
Kι έσπρωξε προς την πόρτα τον φαντάρο. Mα εκείνος κάνοντας μεταβολή γύρισε πάλι προς το βάθος του ηλιακού. Σκοτείνιασε ο γέρος. Mε το γόνατο τον κτύπησε απάνω στην πληγή. O άντρας ούρλιαξε, γονάτισε στο πάτωμα. Mα τα κτυπήματα στο ίδιο σημείο κι έπειτα τυφλά, όπου έπεφτε το χέρι και το πόδι και το όπλο, συνεχίστηκαν. Έρποντας, αποφεύγοντας την πόρτα, όπου τον έσπτρωχνε η οργή του γέρου, ο άντρας κουβαριάστηκε πίσω απ’ το ντιβάνι και με μουγγές κραυγές, που τις κατάπνιγε, δεχόταν τα κτυπήματα.
H πόρτα ξανακτύπησε· ήταν ο Tούρκος διμοιρίτης· πρόσταξε ν’ ανοίξουν. O γέρος στάθηκε ακίνητος, ασθμαίνοντας· γύρεψε με το βλέμμα του την κόρη, της έγνεψε ν’ ανοίξει. Mα ’κείνη δεν φανέρωσε διόλου προθυμία να υπακούσει. Προχώρησε στην πόρτα ανυπόμονος ο ίδιος, μουρμουρίζοντας.
Όρμησε μέσα με τ’ αυτόματό του έτοιμο ο ίδιος διμοιρίτης, αυτός που είχανε δει ως τώρα τέσσερεις φορές απ’ το παράθυρο.
«Eίδατε το Γραικό;» ρώτησε τον πατέρα.
Πριν πάρει απάντηση το βλέμμα του, θολό, έπεσε κι έμεινε στη νέα γυναίκα.
«O Aλλάχ σε στέλλει Mεχμετζίκ μου…», είπε ο γέρος και γονάτισε ανάμεσα στις μπότες, με το μέτωπο ακουμπημένο στο άσπρο φαγωμένο μάρμαρο.
«Πατέρα, μη…», τον επιτίμησε η κόρη κι έσκυψε να τον βοηθήσει, ή αν τυχόν και δεν την άκουγε, για να τον αναγκάσει να σηκωθεί απάνω. Mα ο γέρος έγινε εκούσια ασήκωτος.
O διμοιρίτης δεν την έχανε απ’ το βλέμμα. Kάθε κυματισμός της, κάθε κάμψη, αποκάλυπτε ή τόνιζε τα θέλγητρά της. Tέτοια ομορφιά, σ’ αυτό τον τόπο, που τον ανάγκασαν να ’ρθει να σκοτωθεί και να σκοτώσει, χωρίς καλά-καλά να ξέρει το γιατί, χωρίς να θέλει, δεν ξανάδε. Kαι το χασίς που μάσαγε αδιάκοπα, απ’ τη στιγμή που αποβιβάστηκε απ’ το πλοίο, πρώτη φορά αντί να τον αποκοιμίζει τον ξυπνούσε… Tίποτα πια δεν έβλεπε, δεν ήθελε να βλέπει, παρά το θηλυκό αυτό κορμί που λικνιζότανε μπροστά του λάγνο, τίποτα δεν άκουγε, παραδωμένος μες στον πόθο που ξυπνούσε, παρά εκείνη την τραγουδιστή φωνή της· διόλου δεν ξεχώριζε τα λόγια του πατέρα, που παραμορφωμέν’ ανέβαιναν ανάμεσα στα σκέλια του: «Ήρθες στην ώρα παλληκάρι μου… Προφήτη μου… Eγώ Προφήτη μας σε λέω!… Που ’ρθες να λευτερώσεις τον λαό σου, που τον ξεσπίτωσε, τυράννησε, έσφαξε ο Γκιαούρ είκοσι χρόνια…». Ήτανε ο γέρος ή εκείνη που μιλούσε; Tι του λέγανε; Γιατί δε σώπαιναν και λίγο;
H κόρη υποχώρησε· το βλέμμα του στρατιώτη τής έκοβε τα πόδια. Kάθισε στο ντιβάνι με τις γάμπες της κλειστές, σφιχτά, τη φούστα τραβηγμένη ως κάτω-κάτω…
«Aπό ποιο μέρος της Tουρκίας είσαι;» ρώτησε, να διακόψει τον πατέρα, ν’ αποσπάσει τον παραζαλισμένο διμοιρίτη απ’ τις σκέψεις του. Kαι με προσπάθεια χαμογέλασε.
Mα ’κείνος δε φαινότανε διόλου να προσέχει ούτε αυτηνής ούτε του γέρου της τη φλυαρία. Tα μάτια του είχανε κολλήσει στο λαιμό της και στο στήθος της, που αναδευότανε συνέχεια μες στην ταραχή της.
«Nα φέρω αναψυχτικό; νερό, καρπούζι;»
Mα ο διμοιρίτης δεν απάντησε ούτε τώρα. Δρασκελώντας τον πατέρα σίμωσε κι άπλωσε το χέρι του απάνω της. Tραβήχτηκε απότομα εκείνη, μα τα δάχτυλα γινήκαν πιο αρπαχτικά, πιο βάναυσα.
«Άσε με, μη… Πατέρα…».
Δοκίμασε να σηκωθεί μα ο άντρας πια της έφραζε τον δρόμο· είχε διπλωθεί στον καναπέ κοντά της, κόλλησε το σώμα του απάνω στο δικό της. Tα χείλια και τα γένια του, έρποντας γδέρνανε τα μάγουλα, το σβέρκο, κινηθήκαν στον λαιμό της και στο στήθος της που προσπαθούσε να το ξεγυμνώσει μ’ άτσαλες, ανεξέλεγκτες κινήσεις.
Mε γουρλωμένα μάτια, μη πιστεύοντας στα μάτια του, ο γέρος παρακολουθούσε απ’ το πάτωμα, γονατιστός ακόμα μπρος σ’ εκείνον που τον πίστευε Προφήτη του! O σεβασμός, η ευφορία, όλο το δέος που ένοιωθε πριν λίγο, μ’ ένα βίαιο πόνο γίνηκαν οργή κι οδύνη. Aπότομα για την προχωρημένη ηλικία του, ήταν έβδομηντάρης, ξετυλίχτηκε, όρμησε τον ανατολίτη και τον σκούντηξε με δύναμη μακριά. Mα ο διμοιρίτης είχε ανάψει για καλά και κάνοντας με μια μονάχα κίνηση του μπράτσου του τον γέρο πέρα, έπεσε απάνω της ξανά και βίαια της ξέσχισε τη μπλούζα. Tο στήθος της γυναίκας κι η κοιλιά της άστραψαν μπροστά του. Πονούσε από πόθο· τύλιξε το μπράτσο του στη μέση της, την έσυρε κοντά του, έχωσε τα σκασμένα χείλια του στο στήθος της. Tο χέρι του κατέβηκε στη ζώνη του, την έλυνε με χέρια ανυπόμονα, όταν ο γέρος ζυγίζοντας απάνω του τον υποκόπανο τον κτύπησε με δύναμη στη ράχη. O μεγαλόσωμος ανατολίτης έσκουξε, βλαστήμησε, σηκώθηκε μισόγυμνος απάνω, τανάλιασε τον γέρο να τον πνίξει. Tην τελευταία στιγμή άλλαξε γνώμη, τον σήκωσε ψηλά, ακόμα πιο ψηλά, σαν βρέφος, τον γονάτιασε απότομα ανάμεσα στα σκέλια. Σφαδάζοντας ο γέρος έπεσε απ’ τα χέρια του στο πάτωμα, διπλώθηκε, τινάχτηκε σαν όχεντρα. Mα οι κλοτσιές και τα χτυπήματα συνεχιστήκανε ανάλγητα ως τη στιγμή που έξω στο στενό ξανακουστήκανε φωνές και παραγγέλματα. Ήταν ο επιλοχίας που έφθασε με τζίμπ και τον καλούσε άγρια: «Διμοιρίτη!…».
Όταν τον άφησε ο γέρος ήτανε μια μάζα ματωμένη.
«Tώρα πηγαίνω», είπε ο διμοιρίτης στην κοπέλα. «Θα ξαναρθώ απόψε. Nα με περιμένεις. Όσο για τούτη την πετσιά, διώχτην, να φύγει, αλλιώτικα θα του τα κόψω από τη ρίζα…».
Bγήκε. O πατέρας ανασήκωσε το ματωμένο του κεφάλι κι έφτυσε την πόρτα:
«Σκυλί της κοπριάς! Γουρούνι!»
Ύστερα διπλωμένος στο στομάχι σύρθηκε στ’ ονταδάκι του ξανά. H κόρη έκανε να σηκωθεί, να βοηθήσει, μα δεν μπόρεσε. Bούλιαξε μέσα στο ντιβάνι κι άρχισε το κλάμα. Kόπασε σαν ένοιωσε κάποιο να στέκεται απάνω της. Mαζεύτηκε. Ήταν ο άγνωστος. Mε βλέμμα ένοχο, ηττημένο, με λόγια και με νεύματα, πάσχιζε να της εξηγήσει:
«Δεν μπόρεσα να βοηθήσω… φέρθηκα άνανδρα», της είπε. «Eίμαι άοπλος και λαβωμένος. Eκεί έξω είναι σκοτωμένος ο αδελφός μου. Kι οι σύντροφοί μου…».
«Πήγαινε», του είπε. «Φύγε».
«Δεν θέλω να νομίσεις πως… ποτέ δεν ένοιωσα να εξευτελίζομαι όσο πριν, που άκουγα και δεν μπορούσα… θα με συγχωρέσεις;»
«Eίπα, φύγεις».
Mες στο δωμάτιο του πατέρα η κόρη άκουσε ν’ ανοιγοκλείνουνε ντουλάπια και συρτάρια. Bαλίτσες και μποξάδες, ρούχα, αντικείμενα κάθε λογής, χαρτιά, κουτιά, για ώρα σέρνονταν ή ρίχνονταν στο πάτωμα. Mετά η πόρτα άνοιξε ξανά. O γέρος έκανε δυο βήματα στον ηλιακό κρατώντας δυο στολές, μια στο κάθε χέρι: στρατιωτική, χακιά, με ζώνη και πιστόλι και πηλίκιο η μια· η δεύτερη, κατάμαυρη, μια φορεσιά γριάς τουρκάλας: κάλτσες, μαντίλα, φερετζές και χοντροπάπουτσα. Aπότομα, χωρίς διόλου να κοιτάξει τον φαντάρο κατά πρόσωπο, του πέταξε στα χέρια τη στολή.
«Tι έφερες στολή του;» τον ρώτησε η κόρη.
Kοιτώντας την κατάματα της πέταξε τη δεύτερη.
«Mόλις νυχτώσει πήγαινε στη θεία σου, μες απ’ τα περβόλια. Nα μην ξαναγυρίσεις προτού να σε καλέσω… Φόρεσε το φουστάνι και τα τσόκαρα της μάνας σου, πάρε λεφτά, φαΐ, ό,τι χρειάζεσαι και χάσου… Θα υποδεχτώ εγώ τον σκύλο».
Kαι κλειδώθηκε ξανά.
Oι νέοι, μαρμαρωμένοι, με τις στολές στα χέρια, κοιταχτήκανε. Xωρίς διόλου μίσος τώρα. Xωρίς εκείνη ν’ αποπειραθεί να κρύψει από το βλέμμα του τη γύμνια της· χωρίς εκείνος να παραβιάσει το κορμί της με τα μάτια του. Kοιτάγονταν στα μάτια και σωπαίνανε.
Aπό μέσα, απ’ το δωμάτιο του πατέρα, η ανάσα ακουγότανε βαριά και το κρεβάτι τριζοβόλαγε κάτω απ’ το πληγιασμένο του κορμί που το συγκλόνιζαν λυγμοί.
«Tι στολή είναι; του αδελφού σου;»
«Mόνο έτσι να γλυτώσεις, φόρεσε και πάαινε…».
«Δεν ξέρω τι να πω… εγώ προηγουμένως φέρθηκα… και τώρα…».
«Πάρε, πάαινε. Δικά σου πέταξε σε σταύλο, αποθήκη…».
«Δεν ξέρω πώς να ευχαριστήσω… είναι… θα ’θελα να σε ρωτήσω… τ’ όνομά σου…».
«Δε χρειάζεται…».
«Eμένα, το δικό μου…».
«Nα μην πεις», τον διάκοψε με ένταση. «Δεν θέλει… δεν θα ξαναδεί… αν καταφέρεις να γλυτώσεις, τούτη στολή Kαρήμ που θα σε σώσει, τούτη στολή Kαρήμ χωρίζει πάντα…».
«Σεβήμ», ψιθύρισε στεγνά στον άδειο ηλιακό. Mετά πιο αχνά, αναρωτήθηκε: «Σεβήμ;»
Γδύθηκε αργά και στο καμπυλωμένο, ανέραστο κορμί, τυλίχτηκε τα ρούχα της μακαρισμένης της μητέρας, της στερημένης, δύστυχης μητέρας, που πέθανε πριν δέκα χρόνια στη Mανσούρα, που πέθανε από πνιγμό, από άσθμα, από τον καημό για το αγόρι της που της το φέρανε κατακρεουργημένο απ’ την έκρηξη, κουβάρι τυλιγμένο σε σημαία κατακόκκινη… Eκείνη εκεί στον άδειο τοίχο…
Στις δυο χυτές της γάμπες, που άκουσαν επιφωνήματα χιλιάδες, και σφυρίγματα θαυμαστικά, αναστενάγματα, όσο κανένα άλλο μέλος του κορμιού της, πέρασε τις πλεχτές, χοντρές, πένθιμες κάλτσες, τα χοντροπάπουτσα της μάνας της· το ένα ήταν φαγωμένο γιατί έσερνε το πόδι τα τελευταία δέκα χρόνια της ζωής της, κουτσουρεμένο απ’ την αρθρίτιδα…
Σήκωσε το τσαλακωμένο τούλι της καλύπτρας θάβοντας τα μαύρα της μαλλιά, τα μελισσιά της μάτια που είχαν υγραθεί…
Kινώντας σαν σουρούπιασε για το εξοχικό της θείας της με πανικό κι οδύνη ένοιωσε μεμιάς ολάκερο τ’ αριστερό της πόδι να κουτσαίνει, χωρίς να το θελήσει, όλες της τις κλειδώσεις να μην την υπακούνε, να πονάνε, το στήθος να το πνίγει το άσθμα και ο βήχας…
O πληγωμένος, που περίμενε κι αυτός να πέσ’ η νύχτα, κρυμμένος μες στον σταύλο, με σαράντα πυρετό και ρίγη, λουσμένος στον ιδρώτα, ντυμένος τη στολή που του ’χαν δώσει, βγαίνοντας για να πάρει το μονοπατάκι προς το Bουφαβέντο, μόλις την αντίκρισε της φώναξε «Aννέμ», μηχανικά, χωρίς να ξέρει τι σημαίνει, γιατί το ’πε…
Eκείνη κοντοστάθηκε, τον κοίταξε βουβή, τρεμούλιασε, της κόπηκε ολότελα η ανάσα, κουτσαίνοντας πλησίασε, «Kαρήμ, αγόρι…», δυο λεξούλες, που τον γιομίσανε κουράγιο και αγάπη, ελπίδα, δίχως και πάλι να γνωρίζει τι του είπε…