Moleskis, Yorgos – Güneş Odaya Girince

Yeni e edebiyat dergisi, S.17 s.46,47

GÜNEŞ ODAYA GİRİNCE

“Karınız bizimle gelmese daha iyi olur, hem genç hem de hamile, tutuklu kadınlarda ne hisler uyandırır bilemeyiz,” dedi Stavros. Kültür Bakanlığı’nda çalışıyordu. Bir zamanlar tüm Yunanistan ve Kıbrıs’ta yürütülen “Özgür Açık Üniversite” programının sorumlusuydu. Bu daveti bazı çekincelerle kabul etmiş olsam da nihayetinde büyük bir meydan okuma unsuru içerdiği apaçıktı; bu da tüm girişimi farklı bir boyuta taşıyordu. Daha fazla açıklamaya gerek kalmadan, karım da durumu anladı. Ben dönene kadar otelde kalacaktı.
Sonbahar henüz başlamış, gündüzler hâlâ uzun ve sıcaktı. Aynı zamanda şoförlüğümüzü de yapan Stavros ve iş arkadaşı sosyolog Anna’yla birlikte bir öğleden sonra, Atina’nın merkezindeki otelimizden yola çıktık. Şehri bir baştan bir başa katederek cezaevine doğru ilerledik. Arabayı kadınlar bölümünün önünde bir otopark alanına bırakıp, çabucak açılıp biz girer girmez üzerimize kapanan demir bir kapıya doğru ilerledik. Yanımdakilerle önceden tanışıyor görünen iki kadın görevli karşıladı bizi. Sağ tarafında birçok kapalı kapı, solunda da avluya bakan büyük pencereleri olan bir koridordan, eğlence salonu denen mekâna doğru ilerledik. Bir sürü kadın oraya toplanmıştı bile, diğerleri ise salona düzensiz serpiştirilmiş olan alçak taburelerde yerlerini alıyordu. Nihayet kırk civarında belki de daha fazla kadın toplandı. Onlar benim dinleyicilerimdi, şiir hakkında konuşacaktım.
Stavros ve Anna’yla beraber, etrafında üç ahşap sandalye bulunan kare bir masanın önünde yerlerimizi aldık. Salonun sol tarafında, koridordan görünen iç avluya bakan büyük bir pencere vardı. Salonu aydınlatan ışık o pencereden giriyordu. Avluda ise katılım isteğe bağlı olduğundan toplantıya gelmemeyi tercih eden birkaç kadın geziniyordu.
Yazılı metin kullanmamaya karar verdiğim konuşmama başlamadan önce tekrar dinleyicilere baktım: hepsi kadındı; farklı yaş ve dış görünüme sahip, kimi abartılı şekilde bakımsız, saç baş dağınık; kimi ise tam tersine makyajlı ve bakımlı, kıyafetleri özenliydi. Aralarında bir erkeğin bakmadan geçemeyeceği kadar güzeller de vardı. Her biri farklı şekilde aşırı dekolteli veya aşırı mini etekli olan bazıları ise bizim dikkatimizi ve bakışlarımızı üzerlerine çekecek biçimde oturdular yerlerine. En azından salonda bulunan biz iki erkeğin. Cezaevine yaklaşırken, diğerlerinin yolda bana anlattıklarına göre bu kadınların çoğu uyuşturucu, bazıları aşk veya ihtiras suçu hatta cinayet sebebiyle orada bulunuyordu. Tüm bu sahnede tiyatrovari bir hava vardı, bizlere de birer rol düşmüştü. Fakat aynı zamanda bu süslü püslü, kısmen öngörülemez kumpanyayı izleyen seyircilerdik.
Stavros kısa biyografimi okuyarak, anlaştığımız üzere abartıya kaçmadan beni seyircilere tanıttıktan sonra ben hemen konuya girdim. Önümdeki masada sadece bazı notlar ve okumak istediğim şiirlerin bulunduğu birkaç kâğıt duruyordu:
“Şiir dünyayı, kendine has bir biçimde ele alır, işler ve tanır. Genellikle içinde ansızın olan şeyler ve paradoks unsurları gizleyen veya bir arada bulunan çeşitli anlamlara ait katmanları gözler önüne seren, duygu yüklü sözcükler ve resimler aracılığıyla dünyaya yaklaşır. Farklı tarihsel dönemlere ve farklı sosyal koşullara ait insanlar tarafından kullanıldıkları yüzyıllar boyunca sözlerle özdeşleşen ve bütünleşen anlamlar… Şiir, dünyaya farklı bir gözle bakmaktır. Ansızın olan şeyler ve paradokslarla, hayatımızın başka yönlerini tanımamıza fırsatlar sunan yeni geçitler açar…. İşte, size şimdi okuyacağım şiirde de Rus şair Vladimir Mayakovski güneşle bir diyaloğa giriyor. Konuşmak için güneşi, odasına inmeye davet, aynı zamanda da tahrik ediyor; güneş de bu daveti kabul ederek odaya geliyor…”
Bu sırada, şiirden birkaç dize okudum. Kadınların bazıları dikkatle takip ediyor, bazıları ise sessizce dinliyordu. Tek başına oturan güzel yüzlü, uzun boylu ve zayıf bir genç kadın ise tek istisnaydı; gözlerinde yaşlarla kendi dünyasına gömülmüştü. Ona bakıp Mayakovski’den bu kadar etkilenmiş olamayacağını düşündüm. Herhalde başka bir sebebi vardı, bir anda değişen bütün bu ortam da kadının hislerini harekete geçirmiş olmalıydı.
Ben konuşurken, dinleyicilerimin ısrarla beni inceleyen bakışlarını üzerimde hissediyordum. Bir konuşmacıya değil, bir erkeğe bakıyorlardı. Stavros, hamileliğinin sonuna yaklaşan karımın bize eşlik etmemesinin daha iyi olacağını söylemekte haklıymış. Kendisi de, Anna da kadın cezaevine gelen konuşmacılara ilk kez eşlik etmiyordu. Fakat konuşmanın konusu ilk kez edebiyattı, tutuklu kadınların tepkilerini görmek istiyorlardı. Kimi, derin dekoltelerinden göğüslerini açığa çıkaracak şekilde öne eğiliyor; kimi, çıplak bacaklarını mümkün olduğunca ortaya sermek amacıyla hareket ediyor, sık sık pozisyon değiştiriyordu. Onların duruş ve davranışlarının, düşüncelerini hatta belki içlerinde besledikleri hayalleri ele verdiğini düşünüyordum.
Bir ara genç güzel kadınlardan biri söz istedi:
“Acaba şair LSD ya da benzer bir uyuşturucu mu kullanıyormuş?” diye sordu.
Şairin uyuşturucu kullanıp kullanmadığını, o dönemde, yirminci yüzyılın başlarında bu tarz uyuşturucuların olup olmadığını bilmediğimi itiraf ettim. Eğitimli olduğu belli, yaşça biraz daha büyük başka bir kadın da, o dönemde bu tarz bir uyuşturucunun olmadığını söyledi. Bunun üzerine ilk kadın buna katıldığını, büyük ihtimalle bu tarz uyuşturucuların olmadığını ama şairin aynı etkiye yol açacak başka bir formül bulmuş olması gerektiğini, kendisinin de belli bir dozda -rakamı da belirtmişti- LSD’den sonra, şiirde tasvir edilen deneyimin aynısını yaşadığını söyledi. Güneş, pırıl pırıl bir genç adam görünümünde, onun da odasına girmişti.
Devamında diğer kadınlardan bazıları söz alarak kendilerinin güneşle buluşma deneyimlerini anlatmaya başladı. Tüm bu olanlar, bir konuşmacı olarak benim işimi çok daha kolaylaştırmanın yanı sıra ilginç bir hâle de getirdi. Öğreteceğime, öğretiliyordum…
Anna tartışmayı sosyolog gözünden profesyonel bir merakla izliyor, elinde tuttuğu günlüğüne bir şeyler not alıyordu.
Birdenbire salona ışık doldu. Güneş cezaevinin iç avlusuna bakan, ardına kadar açık pencerede beliriverdi, bizim salonumuza da ışıl ışıl giriyordu.
“İşte güneş!” dedim “Bizim odamıza da girdi”.
Kadınların kimi gülümsedi, kimi sessizce baktı. Sohbetimiz başka şiirlerin de okunması ve tartışılmasıyla devam etti.
Öngörülenin biraz üzerinde, yaklaşık iki saat kadar süren toplantımız sanırım iyi geçmişti. Hepsi oradaydı, gözleri yaşlı kadın hariç, konuşmanın bir bölümünde ayağa kalkıp neredeyse ağlayarak salondan çıktı. Onu fark ettiysem de önemsemedim. Zaten ne yapabilirdim ki? Herkes kalmakta veya gitmekte özgürdü.
Fakat gözü yaşlı, o genç ve güzel kadın, sonrasında olanlarla, bu girişimin yaratacağı her türlü başarı duygusunu yok etti; çünkü biz oradan ayrılırken, girdiğimiz demir kapının tam yanında ahşap bir sandalyede oturuyordu, iki kadın gardiyanın arasında ta kendisi. İki bileği kalın gazlı bezlerle sarılıydı. Kan gazlı bezlerle birlikte ince elbisesini de boyamıştı.
“Biraz önce damarlarını kesti,” dedi iki gardiyandan biri.
“İntihar teşebbüsü,” diye ekledi diğeri. “Neyse ki yetiştik, şimdi ambulans bekliyoruz.”
Arkamızdan metalik bir gürültüyle kapanan demir kapıdan çıktık.
Güneş, cezaevinin yüksek duvarlarının arkasına saklanmıştı.

Yorgos Moleskis (Γιώργος Μολέσκης) 1946’da Lisi köyünde dünyaya geldi. Moskova Lomonosof Üniversitesi Rus Filolojisi’nde lisansüstü eğitimini tamamladıktan sonra edebiyat doktorası yaptı. Kıbrıs Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nda ve Kıbrıs Senfoni Orkestrası Vakfı’nda çalıştı. Çeşitli kültür derneklerine ve kurullarına üye olmanın yanı sıra 2013-2017 yılları arasında Kıbrıs Edebiyatçılar Birliği başkanlığı görevini yürüttü.
1967 yılından günümüze yayımlanan eserleri, on iki şiir kitabı ve bir öykü kitabıdır. Yazarın ayrıca beş adet şiir kitabı çevirisi vardır. Şiir kitaplarından dokuzu tercüme edilerek Fransa, İtalya, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta yayımlandı.
Eserleri Kıbrıs Devlet Mansiyonu, Devlet Şiir Ödülü, Rus Yazarlar Birliği, Puşkin Ödülü’ne layık görüldü.

ΟΤΑΝ Ο ΗΛΙΟΣ ΜΠΗΚΕ ΣΤΟ ΔΩΜΑΤΙΟ

«Καλύτερα να μην έρθει μαζί μας η γυναίκα σας, είναι νέα, είναι και έγκυος, δεν ξέρεις τι συναισθήματα μπορεί να προκαλέσει στις φυλακισμένες» είπε ο Σταύρος. Εργαζόταν στο υπουργείο Πολιτισμού και ήταν υπεύθυνος του προγράμματος «Ελεύθερο Ανοιχτό Πανεπιστήμιο», που λειτουργούσε τότε και κάλυπτε όλη την Ελλάδα και την Κύπρο. Αν και είχα δεχτεί την πρόσκληση με κάποιες επιφυλάξεις και αυτό που επικράτησε τελικά στην αποδοχή της ήταν το στοιχείο της πρόκλησης που εμπεριείχε, η τοποθέτηση αυτή έδινε μια άλλη διάσταση στο όλο εγχείρημα. Το κατάλαβε και η γυναίκα μου, χωρίς άλλες εξηγήσεις. Θα έμενε στο ξενοδοχείο μέχρι να γυρίσω.
Το φθινόπωρο μόλις είχε ξεκινήσει και οι μέρες ήταν ακόμη μεγάλες και ζεστές. Μαζί με τον Σταύρο, ο οποίος ήταν και ο οδηγός του αυτοκινήτου, και την Άννα, μια συνεργάτιδά του κοινωνιολόγο, ξεκινήσαμε λίγο μετά το μεσημέρι από το ξενοδοχείο που μέναμε στο κέντρο της Αθήνας. Διασχίσαμε την πόλη και κατευθυνθήκαμε προς τις φυλακές. Αφήσαμε το αυτοκίνητο σ’ έναν χώρο στάθμευσης έξω από τη γυναικεία πτέρυγα και προχωρήσαμε προς μια βαριά σιδερένια πόρτα, η οποία άνοιξε αμέσως και έκλεισε πίσω μας μόλις μπήκαμε μέσα. Μας υποδέχτηκαν δυο γυναίκες αξιωματικοί, οι οποίες φάνηκε πως γνωρίζονταν με τους συνοδούς μου. Προχωρήσαμε μέσα από έναν διάδρομο με πολλές κλειστές πόρτες στη δεξιά του πλευρά και μεγάλα παράθυρα, που έβλεπαν σε μια ανοιχτή αυλή, στην άλλη, προς την αίθουσα ψυχαγωγίας, όπως λεγόταν. Εκεί βρίσκονταν κιόλας μαζεμένες αρκετές γυναίκες, ενώ άλλες έρχονταν κι έπαιρναν θέση στα χαμηλά και χωρίς πλάτη καθίσματα που ήταν τοποθετημένα ακανόνιστα μέσα στην αίθουσα. Τελικά μαζεύτηκαν καμιά σαρανταριά, μπορεί και περισσότερες. Αυτές θα ήταν το ακροατήριό μου κι εγώ θα τους μιλούσα για ποίηση.
Μαζί με τον Σταύρο και την Άννα πήραμε τη θέση μας μπροστά από ένα τετράγωνο τραπέζι, γύρω από το οποίο υπήρχαν τρεις κανονικές ξύλινες καρέκλες. Στην πλευρά της αίθουσας που βρισκόταν στα αριστερά μας υπήρχε ένα μεγάλο παράθυρο που έβλεπε στην ίδια εσωτερική αυλή, η οποία φαινόταν από τον διάδρομο. Από εκείνο το παράθυρο έμπαινε το φως που φώτιζε την αίθουσα. Στην αυλή κυκλοφορούσαν μερικές γυναίκες, αυτές που δεν θέλησαν να έρθουν στη συνάντηση, αφού η συμμετοχή ήταν εθελοντική.
Πριν αρχίσω την ομιλία μου, για την οποία είχα αποφασίσει να μην χρησιμοποιήσω γραπτό κείμενο, κοίταξα ξανά το ακροατήριο: ήταν όλες γυναίκες, διαφορετικής ηλικίας και εμφάνισης, κάποιες ήταν επιδεικτικά ατημέλητες και απεριποίητες και κάποιες άλλες ήταν εντελώς το αντίθετο, βαμμένες και περιποιημένες, με φροντισμένη ενδυμασία. Ανάμεσά τους ήταν και κάποιες πολύ όμορφες, πράγμα που ένας άντρας δεν μπορούσε να αφήσει να περάσει απαρατήρητο. Υπήρχαν και μερικές που εμφανίστηκαν, σε διαφορετικό βαθμό η καθεμία, με υπερβολικά ανοιχτά ντεκολτέ είτε υπερβολικά κοντές φούστες και κάθισαν με τρόπο ώστε να προκαλέσουν και να τραβήξουν τα βλέμματά μας. Τουλάχιστον εμάς, των δύο ανδρών, που βρισκόμασταν στην αίθουσα. Όπως με είχαν ενημερώσει οι συνοδοί μου καθώς κατευθυνόμασταν προς τις φυλακές, οι πιο πολλές γυναίκες βρίσκονταν εκεί για ναρκωτικά, κάποιες για ερωτικές ιστορίες και εγκλήματα πάθους, ακόμη και για φόνους. Η όλη σκηνή είχε κάτι το θεατρικό κι εμείς παίζαμε έναν ρόλο. Ταυτόχρονα όμως ήμασταν και θεατές, που παρακολουθούσαν τον παρδαλό και εν μέρει απρόβλεπτο αυτό θίασο.
Ο Σταύρος με παρουσίασε στο ακροατήριο, με λίγα βιογραφικά σε συντομία και χωρίς υπερβολές, όπως είχαμε συνεννοηθεί, και μπήκα κατευθείαν στο θέμα. Μιλούσα έχοντας μπροστά μου πάνω στο τραπέζι κάποιες σημειώσεις και μερικά φύλλα με ποιήματα, τα οποία ήθελα να διαβάσω:
«Η ποίηση προσεγγίζει, μελετά και γνωρίζει τον κόσμο μ’ έναν δικό της τρόπο. Τον προσεγγίζει μέσα από λέξεις και εικόνες συγκινησιακά φορτισμένες, που συχνά κρύβουν μέσα τους τα στοιχεία του ξαφνικού και του παράδοξου, ή που αποκαλύπτουν πολλές φορές διάφορα επάλληλα στρώματα νοημάτων. Είναι τα νοήματα που ταυτίστηκαν και ενσωματώθηκαν μέσα στις λέξεις στους αιώνες της χρήσης τους από ανθρώπους διαφορετικών ιστορικών περιόδων και κοινωνικών πραγματικοτήτων…. Η ποίηση είναι μια άλλη ματιά στον κόσμο. Μέσα από το ξαφνικό και το παράδοξο ανοίγει κάποιες διόδους για να γνωρίσουμε άλλες πλευρές της ζωής μας… Να, στο ποίημα που θα σας διαβάσω τώρα, ο ρώσος ποιητής Βλαδίμηρος Μαγιακόφσκι μπαίνει σ’ έναν διάλογο με τον ήλιο. Τον προσκαλεί και τον προκαλεί συνάμα να κατεβεί στο δωμάτιό του να μιλήσουν, και ο ήλιος δέχεται την πρόκληση και κατεβαίνει…»
Στο σημείο αυτό διάβασα κάποιους στίχους από το ποίημα. Μερικές γυναίκες παρακολουθούσαν με προσοχή, άλλες άκουγαν σιωπηλά. Εξαίρεση αποτελούσε μια νέα, ψηλή και λεπτή γυναίκα με ωραίο πρόσωπο, που καθόταν μόνη, βυθισμένη στον εαυτό της, και δάκρυζε. Την κοίταζα και σκεφτόμουν πως δεν ήταν δυνατό να τη συγκίνησε τόσο πολύ ο Μαγιακόφσκι. Μάλλον κάτι άλλο θα την απασχολούσε, και το όλο κλίμα που είχε διαμορφωθεί την έκανε να το νιώθει πιο έντονα.
Ενώ μιλούσα, ένιωθα τα βλέμματα των ακροατριών μου να με εξερευνούν επίμονα. Δεν κοίταζαν έναν ομιλητή, αλλά έναν άντρα. Σίγουρα είχε δίκιο ο Σταύρος όταν μου είπε πως καλύτερα να μην μας συνόδευε η γυναίκα μου, στην κατάσταση της προχωρημένης εγκυμοσύνης που βρισκόταν. Δεν ήταν η πρώτη φορά που τόσο ο ίδιος όσο και η Άννα συνόδευαν ομιλητές στις γυναικείες φυλακές. Ήταν ωστόσο η πρώτη φορά που το θέμα της ομιλίας αφορούσε τη λογοτεχνία, και ήταν περίεργοι να δουν τις αντιδράσεις των φυλακισμένων γυναικών. Μερικές έσκυβαν μπροστά, έτσι που τα στήθη τους να προβάλλονται μέσα από το βαθύ ντεκολτέ τους, άλλες μετακινούνταν ή άλλαζαν τη στάση που κάθονταν, αποκαλύπτοντας όσο περισσότερο μπορούσαν τα γυμνά τους πόδια. Σκεφτόμουν πως η στάση και η συμπεριφορά τους πρόδιδε τις σκέψεις, ίσως και τις φαντασιώσεις που έτρεφαν μέσα τους.
Κάποια στιγμή, μία από τις όμορφες νεαρές γυναίκες ζήτησε τον λόγο:
«Μήπως ο ποιητής έπαιρνε κάποιο ναρκωτικό, κάτι σαν LSD;» ρώτησε.
Ομολόγησα πως δεν γνώριζα αν ο ποιητής έπαιρνε ναρκωτικά και αν την εποχή εκείνη, αρχές του 20ού αιώνα, υπήρχε τέτοιο ναρκωτικό. Μια άλλη γυναίκα, κάπως μεγαλύτερης ηλικίας, που φαινόταν να διαθέτει κάποια μόρφωση, είπε πως την εποχή εκείνη δεν υπήρχε αυτό το ναρκωτικό. Τότε η πρώτη παρατήρησε πως ναι, πιθανόν να μην υπήρχε, αλλά ο ποιητής θα πρέπει να είχε βρει κάποια δική του φόρμουλα, που έδινε το ίδιο αποτέλεσμα, αφού και αυτή, ύστερα από κάποια δόση LSD, είχε αναφέρει και κάποιους αριθμούς, δοκίμασε ακριβώς την ίδια εμπειρία που περιγράφεται στο ποίημα. Την είχε επισκεφτεί ο ήλιος, με τη μορφή ολόλαμπρου νέου, στο δωμάτιό της.
Στη συνέχεια κάποιες άλλες γυναίκες πήραν τον λόγο και άρχισαν να περιγράφουν τις δικές τους εμπειρίες από τις συναντήσεις τους με τον ήλιο. Όλα αυτά έκαναν τη δική μου δουλειά ως ομιλητή πολύ πιο εύκολη, αλλά και ενδιαφέρουσα. Αντί να διδάξω, διδασκόμουν ο ίδιος…
Η Άννα, ως κοινωνιολόγος, παρακολουθούσε με επαγγελματικό ενδιαφέρον τη συζήτηση και σημείωνε κάτι στο ημερολόγιο που κρατούσε.
Ξαφνικά η αίθουσα γέμισε φως. Στο πλατύ ανοιχτό παράθυρο που έβλεπε στην εσωτερική αυλή των φυλακών εμφανίστηκε ο ήλιος, ο οποίος έμπαινε ολόλαμπρος και στη δική μας αίθουσα.
«Να και ο ήλιος» είπα», «μπήκε και στο δικό μας δωμάτιο».
Κάποιες χαμογέλασαν, άλλες κοίταζαν σιωπηλές, και η κουβέντα μας συνεχίστηκε με την ανάγνωση και τον σχολιασμό άλλων ποιημάτων.
Η συνάντησή μας κράτησε δύο σχεδόν ώρες, λίγο περισσότερο απ’ όσο προβλεπόταν, και μάλλον πήγε καλά. Ήταν όλες οι γυναίκες εκεί, εκτός από τη νέα εκείνη που δάκρυζε και η οποία, σε κάποιο στάδιο της ομιλίας, σηκώθηκε και σχεδόν κλαίγοντας βγήκε από τη αίθουσα. Την είδα, αλλά δεν έδωσα σημασία. Εξάλλου, τι μπορούσα να κάνω; Όλες ήταν ελεύθερες να μείνουν ή να φύγουν.
Κι όμως, εκείνη η νέα και όμορφη γυναίκα με τα δακρυσμένα μάτια ήταν που ακύρωσε, με ό,τι ακολούθησε, κάθε αίσθηση επιτυχίας αυτής της προσπάθειας. Γιατί, φεύγοντας, δίπλα ακριβώς από τη βαριά σιδερένια πόρτα απ’ όπου είχαμε μπει, καθόταν πάνω σε μια ξύλινη καρέκλα, φρουρούμενη από δύο γυναίκες δεσμοφύλακες, η ίδια εκείνη γυναίκα. Είχε τα δυο της χέρια τυλιγμένα με χοντρές γάζες γύρω από τους καρπούς. Το αίμα είχε βάψει τις γάζες και το ελαφρύ της φόρεμα.
«Έκοψε τις φλέβες της πριν από λίγο» είπε μία από τις γυναίκες δεσμοφύλακες.
«Απόπειρα αυτοκτονίας» πρόσθεσε ή άλλη, «ευτυχώς την προλάβαμε, περιμένουμε το νοσοκομειακό να την πάρει».
Βγήκαμε από τη σιδερένια πόρτα που έκλεισε πίσω μας με μεταλλικό θόρυβο.
Ο ήλιος είχε κρυφτεί πίσω από τους ψηλούς τοίχους της φυλακής.

Ο Γιώργος Μολέσκης γεννήθηκε το 1946 στο χωριό Λύση. Φοίτησε στο Αγγλικό Κολλέγιο Λευκωσίας και στο Πανεπιστήμιο Λομονόσοφ της Μόσχας, από το οποίο απέχτησε πτυχίο (Μ.Α.) στη ρωσική φιλολογία και διδακτορικό δίπλωμα (Ph.D.) στη λογοτεχνία.
Εργάστηκε στις Πολιτιστικές Υπηρεσίες του Υπουργείου Παιδείας και Πολιτισμού της Κύπρου και διετέλεσε Εκτελεστικός Σύμβουλος/διευθυντής του Ιδρύματος Συμφωνική Ορχήστρα Κύπρου. Διετέλεσε, επίσης, μέλος συμβουλίων και πρόεδρος σε διάφορα πολιτιστικά σωματεία και επιτροπές. Από το 2013 μέχρι το 2017 ήταν πρόεδρος της Ένωσης Λογοτεχνών Κύπρου.
Έχει τιμηθεί με Κρατικό Έπαινο και Κρατικό Βραβείο Ποίησης στην Κύπρο, καθώς και με το Μετάλλιο Πούσκιν, της Ένωσης Ρώσων Συγγραφέων. Είναι, επίσης, επίτιμο μέλος της Κρατικής Ακαδημίας Σλαβικού Πολιτισμού της Ρωσικής Ομοσπονδίας,
Από το 1967 μέχρι σήμερα εξέδωσε δώδεκα ποιητικές συλλογές, δυο συγκεντρωτικούς τόμους ποιημάτων, μια συλλογή διηγημάτων και πέντε βιβλία με μεταφράσεις ποίησης. Σ’ αυτά περιλαμβάνονται: Μεγάλο που ήταν το φεγγάρι, ποιήματα, Κύπρος 1980, Περαστική άνοιξη, ποιήματα, Κύπρος 1984, Βλαντίμιρ Μαγιακόφσκι, Σύννεφο με παντελόνια. Εισαγωγή – μετάφραση – σχόλια, Εκδόσεις Τα τραμάκια, Θεσσαλονίκη 1995, Το νερό της μνήμης, Κύπρος 1998, Από το ελάχιστο, Λευκωσία 2001, Ρώσοι ποιητές του εικοστού αιώνα, Εκδόσεις Μεσόγειος (Πανεπιστήμιο Κύπρου και Ελληνικά Γράμματα), Αθήνα 2004, Αναμονή βροχής, ποιήματα, Εκδόσεις Μεταίχμιο, Αθήνα 2008, Σύγχρονοι Τουρκοκύπριοι ποιητές. Απόπειρα επικοινωνίας, Εκδόσεις Τόπος, Αθήνα 2010, Το ημιτελές ποίημα, ποιήματα, Εκδόσεις Μεταίχμιο, Αθήνα 2014, Όταν ο ήλιος μπήκε στο δωμάτιο, διηγήματα, Εκδόσεις Βακχικόν, Αθήνα 2017.
Εννέα ποιητικές του συλλογές μεταφράστηκαν και εκδόθηκαν σε ξεχωριστά βιβλία στη Γαλλία, Ιταλία, Σερβία, Ρουμανία, Βουλγαρία και Αλβανία.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir